Sümerolog Muazzez İlmiye Çığ hanımefendi, geçen hafta katıldığı "Teke Tek" programında açıkladı. Meğer yılbaşında ağaç süsleme geleneği Orta Asya Türkleri'nden gelmeymiş. Ekim zamanını kutlamak ve toprağın bereketini simgelemek üzere ağaçları süslermiş atalarımız. Hatta Noel Baba gibi saçı sakalı uzun bir gök tanrısına adarlarmış bu kutlamayı. Bu gelenek de Hristiyan alemine, Türkler'den miras kalmış. Aslında buna sevineyim mi, üzüleyim mi bilemedim. Zira yılbaşı döneminde zavallı çamların bulundukları yerlerden sökülerek evlere taşınması, üç gün sonra da bir köşeye atılması içimi acıtır hep. Canlı ağaca kıyamayıp, plastiğini eve taşımak da çözüm değil. Malum, plastiğin doğaya karışması 200-300 yılı buluyor... Velhasıl, yılbaşı haftası bana hep ağaç ve çevre katliamı gibi geliyor. Pazartesi akşamı National Geographic'de izlediğim "Gezegen Mühendisleri" adlı programda yine iç çektim. "Trees for Cities" adlı çevreci bir kuruluş, Londra'ya bir yıl içinde tam 1 milyon fidan dikmek için bir kampanya başlatmış. Gönüllüler semt semt dolaşıp, ağaç dikiyorlar. Amaç; hava kirliliğiyle beslenen ve bunları sonsuza dek gövdelerinde, dallarında tutarak doğal bir filtre işlevi gören ağaçların sayısını artırıp, kentin havasını temizlemek. Ancak bir sıkıntıları var. Kamyonetleriyle fidanları bir yerden diğerine taşırken, yine çevreyi kirleten fosil bazlı yakıt kullanıyorlar. İşte çevreci örgüt bunu çözmeleri için bizim çevre mühendislerinden yardım istedi. Bizim çılgın ikili, bir hafta içinde örgüte çalı çırpı ve işe yaramaz odunların yakıt olarak kullanıldığı özel bir kamyonet yaptı. Üstelik bu kamyonetin emisyon ölçümleri, motorun doğaya neredeyse hiç zehirli gaz salmadığını ortaya koyuyordu. Yani bir çevre örgütünün arayıp da bulamadığı bir icattı. Hem sevindim, hem de üzüldüm. Zira o iki çevre mühendisinden biri, İngiliz asıllı Türk'tü ve ismi de Cem'di... Çevre adına mutlu oldum. Ama "beyin göçü"nün yarattığı bilim erozyonunun bizim ülkemizi çoraklaştırmasına üzüldüm... NOT: ÇEKÜL Vakfı harika bir uygulama başlattı. Yılbaşında birbirinize anlamsız hediyeler (aralarında süslü koca çamlar da var tabii) vermek yerine, 7 ve katlarında adınıza ağaç dikildiğini belirten tebrik kartları gönderiyorsunuz. Başkalarının söktüğü çamlar için doğaya "özür" niyetine...
Dizilerdeki insanlar ışınlanıyor
Okurlarımız dizilerdeki "mekan şaşırtmacalarından" pek dertli. Emine Işkın şöyle yazmış: "Melekler Korusun'da İpek, Eylül, Özgür ve Melek Teyze durakta bekliyorlar. Sonra Melek Teyze Kadıköy- Ferhatpaşa Mahallesi otobüsüne binip, tek başına eve gidiyor. Kızlar ise yurda gitmek üzere yürümeye başlıyorlar. Fakat bir sonraki sahnede çoktan Nişantaşı'na gelmiş olduklarını görüyoruz. Şu dizilerdeki ışınlanma sahneleri keşke gerçek hayatta da olabilse..." Okurlarımızdan Av. Mehmet Burak Kuyuncu ise şöyle yazmış: "Yaprak Dökümü'nde aile, Fikret'in doğumu ve onun yanında olmak için Sapanca'ya gidiyorlar. Fakat Fikret'in doğum yaptığı hastane Kadıköy Hasanpaşa'daki özel bir hastane. İstanbul'da yaşayıp da bu diziyi izleyen binlerce izleyici var. Yapımcılar bu tip detayları acaba pek ciddiye almıyor mu?" Bir başka okurumuz Suzan Aydın'ın mesajı ise şöyle: "Adanalı dizisinde dikkatimi çeken ufak bir hatayı belirtmek istiyorum. Maraz Ali ve İdil, Merkez Bankası'nın Beşiktaş Darphane binasını (aslında Kadıköy Belediye Binası) soymak için gittikleri keşif sırasında arkalarında Kadıköy-Pendik minibüsleri bariz şekilde görünüyordu."
Seyirci yerli film istiyor
Eski Türk filmlerine tutkun olduğumu daha önce de yazmıştım. "Duru" aşklara özlem duyduğumdan mı, eski İstanbul siluetini özlediğimden mi, klasik otomobil merakımdan mıdır bilinmez, ekranda ne zaman eski bir Türk filmi görsem, orada bir süre mola veriyorum. Bakıyorum da, etrafta benim gibi çok insan var. Okurumuz Edibe Öğreten Göçer'in mektubu ise öyle sıcak, öyle sahici ve samimiydi ki, sizlerle paylaşmadan edemedim: "Yüksel Ağabey merhaba. Ben 26 yaşında evli bir bayanım. 90'lı yıllarda okuldan eve döndüğümde cebimde mutlaka ayçekirdeğıi olurdu. Niye mi? Öğlen saat 13.30 gibi evde olduğumdan, o saatlerde çıkan harika Türk filmlerini izlediğimde annemle, ağabeyimle, ablamla o çekirdekleri çitleyerek TV izlemek için... Ama şimdi o tat yok. Eşimle gündüz TV karşısına geçtiğimizde onca kanal arasından hiç Türk filmi göremiyorum. Maalesef bizde Yeşilçam TV de yok. İnanın o kadar gına geldi ki evden kaçanlardan, gayrimeşru çocuklardan... Hepsi aynı saatte ve aynı tarz insanlar ekranda. Benim yeğenim var 7 yaşında. Mesela Cilalı İbo'yu bilmiyor. Ben 7 yaşındayken Cilalı İbo'nun serisini ezberlemiştim. Hababam Sınıfı, okuldaki en büyük matrağımızdı. Ben Süt Kardeşler'i izletmeyi istiyorum. Ben Türkan Şoray'ın hülyalı bakışlarını özledim. Ben Gırgıriye'yi, ille de Kemal Sunal'ı özledim. Lütfen ağabey, benim çocuklarım da "Senin annen bir melekti" ya da "Nnnayır, nnnolamaz, yalannn söylüyorsunnn" ile büyüsün. Ben çocuğumla kışın sobamı yakıp, TV karşısında Ediz Hun'u izleyerek, çekirdek çitleteyim. İnan o zaman her şey daha güzel olacak. Hem o zaman genç kızlarımız da bu filmleri izleyip, eve bağlanır, evden kaçmalar da olmaz... Saygılarımla..." Nasıl? Mektup, başlıbaşına bir Türk filmi repliği gibi değil mi? Eminim içinizden çok kişi bu isteğe şiddetle karşı çıkacak, kimi de "Hah, tam benim içimden geçenleri söylemiş" diyecek... Bu ülkenin insanına eski Yeşilçam' ı unutturmak çok zor. Aslında yapımcılar da bunun farkında. Yeni dizilerin içine eski Yeşilçam motiflerinin sıkıştırılması tesadüf mü sanıyorsunuz?
Vah benim Ayşe'me
Yaprak Dökümü'ndeki Ali Rıza Bey'in en küçük kızı Ayşe'nin haline acıyorum... Öyle bir evde yaşıyor ki, ihanetin, komplonun bini bir para... Ablaları sırayla aynı erkeklere aşık oluyor. Ağabeyi, bir türlü adam olmuyor. Bir yanda Cadı Cevriye'nin ettikleri, öte yanda Ferhunde'nin hinlikleri... Annesi kalp hastası, babası kötürüm olmak üzere... Başka çocuk olsa o yaşında, tımarhanelik olurdu. Ama o hâlâ ailenin en "şuuru yerinde" üyesi. Öyle ki bunca hengame arasında, "Yağmur başladı, ben çamaşırları toplayayım" diyecek kadar sorumluluk sahibi... Yine de Ferhunde'ye benzeyecek diye ödüm kopuyor!
Kahramanlar
Önce "Kahramanlar" dizisini izledim. Hani şu polis, itfaiyeci ve sağlık görevlilerinin uyum içinde insanların yardımına koştuğu diziyi... Sonra gece bültenlerine gözüm ilişti. Bizim itfaiyecilerle polisimiz karşı karşıya... İtfaiyeciler hak aramak için eylem yapıyor, polis üzerlerine tazyikli su sıkıyor. Böyle bir parodiyi ne Levent Kırca, ne de BKM Mutfak ekibi yazabilir vallahi... İtfaiyeciye polis suyu!.. Son olarak itfaiyecileri protesto eylemi için Boğaz Köprüsü'nü trafiğe kapatırken izledim. Önce trafik polisleri, ardından çevik kuvvet geldi. Yine itiş kakış, arbede... Köprü üzerinde sıkışan trafik, çileden çıkan şoförler... Dar sokaklara park eden sorumsuz şoförler yüzünden her gün çile çeken itfaiyeciler, bu kez sıkışan trafiğin baş sorumlusu. Yani neresinden baksanız, sonsuz bir ironi... Ama üç kuruş maaş karşılığında kendini aleve atan itfaiyeciye, kumanya olarak verilen sandviç ve ayranla koca bir günü ayakta geçirmeye çalışan, sonra gecekondusuna döndüğünde yakacak odun bulamayan polise nasıl kızacaksınız? Dizidekiler hikaye... Asıl "Kahramanlar", üç otuz paraya hala ölümüne polislik, itfaiyecilik yapanlar...
Gaf kürsüsü
Okurumuz Gülşah Yüksel Kırkıç sobelemiş: "Samanyolu" dizisinde Hatice Aslan "Belkıs" rolünde. Hülya Darcan bir repliğinde kendisinden bahsederken "Hatice Hanım'ın ne yapacağı belli olmaz" dedi. Oysa "Belkıs Hanım'ın" demeliydi.
Ne demiş?
Hülya Avşar, programında ağırladığı Kadir Çöpdemir' in kadın çantası ve ayakkabısına olan düşkünlüğünü anlatması üzerine şaşkınlığa kapılarak, "Fetişistlik var mı?" diye sordu. Kadir yanıtladı: "Ayak seviyorum, güzel ayak..."
Zap'tiye
Önce uzaktan kumanda icat edildi, insanlar televizyona hükmetmeye başladı. Sonra kanal sayısı arttı, televizyon insanlara kumanda etmeye başladı!..